3 Şubat 2020 Pazartesi

Kasvetli Ev (Bleak House) – Charles Dickens

Bleak House - Charles Dickens
Kasvetli Ev ilk bölümde Kasım ayı Londra’sının koyu mu koyu, kapalı mı kapalı, çamurlu mu çamurlu, ama bir o kadar da canlı mı canlı bir tasviri ile başlayıp, onun Chancery mahkemelerine doğru yakınlaşarak devam edip, yıllanmış JARNDYCE v. JARNDYCE davasının izini sürerek açılış yapmaktadır. Şimdi bu kısmı unutmayalım; romanda Hertfordshire, Lincolnshire, St. Albans ve Deal gibi çeşitli bölgelere yolculuk edeceğiz; fakat bu romanın yıldızı, assolisti Londra’dır. Sisiyle, köprüsüyle, Yapayalnız Tom’uyla, çamuru ve hastalığıyla, ıslak köpekleri ve atlarıyla, Lordlar Kamarasıyla, Loodle, Poodle ve Doodle’ıyla Londra’dır.

Romanımız Mart 1852 ile Eylül 1853 arasında, 20 aylık bölümler halinde yayınlanmış. 20 ayın sonunda da tek bölüm halinde yayını yapılmış. Bu da kitabın biçimi konusunda açıklayıcı oluyor. Zira olay örgüsü ve bölüm sonları bu yayın tercihine göre biçimlenmiş durumdadır.

Yayını her ne kadar 19. yy. ortasında olsa da olayların geçtiği dönemin 1825 ile 1835 arası olduğu çıkarımını yapıyoruz. Zira, romandaki bölümlerden birinde, seyahat halindeyken, döşenen demiryolları ile ilgili izlenimin anlatıldığı bir bölüm var. İngiltere’de o dönemde ilk demiryolu 1825’te hizmete açılan 13 km.’lik kısa bir kömür taşıma hattıdır. İlk yolcu taşıyan demiryolu ise 1830’da hizmete giriyor. Aslında romanda bahsedilen inşaatın daha ileri bir tarihe adreslenebileceği düşünülebilirse de, Sir Dedlock ve Mr. Robert Rouncewell arasındaki gerilim üstünden anlatılan sınıf çatışması sebebiyle birinci endüstri devriminin sonlarına yaklaşmakta olduğumuz sonucunu çıkarıyoruz.

Romanın ana olay örgüsü baş karakterimiz olan Esther Summerson, annesi Lady Dedlock, Ada, Richard, John Jarndyce ve Mr. Woodcourt üzerine kuruludur. Bu örgünün ve ana karakterlerin Dickens’ın ortaya koymaya gayret ettiği asli meselelerle pek de ilgisi bulunmaz. Elbette tüm karakterler bir şekilde hem meşhur dava ile, hem de birbirleriyle bağlantılıdır, fakat Richard haricinde hiç kimsenin gündeminde dava asli çatışmayı teşkil etmez. Tüm sır, suç ve aşk motifleriyle olay örgüsü 20 ay boyunca okuyucuyu romana çekmek için kullanılan bir yöntemdir. Elbette bu olay örgüsü ile temalar o kadar incelikle birbirine kaynaştırılmıştır ki, bu durum okuyucuyu hiç rahatsız etmez. Ben yine de kitabı olay örgüsünden ziyade yapısı, temaları ve bu temaların üzerlerinden anlatıldıkları karakterleri ile değerlendirmeyi tercih edeceğim. Zira ana karakterler son derece gelişime kapalı, köşeli karakterlerdir. İkincil karakterler ve olay akışlarının bu romanda çok daha heyecan verici olduğunu söyleyebiliriz.

Esther’in hikayesi


Ana karakterimiz Esther Summerson. Ona ayrı bir bölüm ayırmamın sebebi Dickens’ın da kitabın yarısını onun bakış açısından ve birinci tekil şahıstan anlatmasıdır. Esther hemen her şeyin onun bakış açısından anlatıldığı merkezdir (Nabokov bu tür merkez karakterlere “elekten geçiren aracı [sifting agent]” adını verir ve yazarın bir temsilcisi olduklarını söyler). İdealize edilmiş, gelişime kapalı, ilginç de olmayan ama sempati duyulabilecek, açık biridir. Elbette kendi küçük sırları da vardır. Bunları gizli tutmak istediğini Dickens bize çok açık biçimde hissettirir. Böyle yapmasındaki amaç bana kalırsa her şeyi Esther’in ancak anlatmak istediği kadarıyla bilebileceğimize vurgu yapmak istemesindendir.

Esther anne ve babasız büyür. Ona vaftiz annesi bakar (elbette sonradan öğreniriz ki, bu kişi teyzesidir). Fakat bu kadın ondan nefret eder ve aslında hiç yaşamamış olması gerektiğini yüzüne vuracak kadar da acımasızdır. Esther’in sadece utanç kaynağı olduğunu söyler ve onu kimseyle görüştürmeyerek arkadaşsız bırakır. Vaftiz anne ölünce de kimliği gizli bir hayırsever tarafından (sonradan John Jarndyce olduğunu öğreniriz) Reading’de bir okula yerleştirilir. Orada her türlü şeyi öğrenir ve yavaş yavaş kişiliği gelişir. Utanç kaynağı olmak istemiyorsa çalışkanlığıyla ve kendinden vazgeçecek kadar fedakarlığıyla, adeta yaşamayı haketmeyi kafasına koyar.

İşte çocukluğunda kendisine yapışan bu utanç duygusu Esther’in roman boyunca mutluluğu haketmediği duygusunu sürekli taşımasının sebebidir. Kendisine gösterilen en küçük iyilik dahi şiddetli ve devam eden bir minnettarlık duygusuna kapılmasına sebep olur. İleride göreceğimiz gibi, vereceği kararlarda bu duygusunun büyük payı olacaktır.

Artık büyüyünce onu Londra’dan bir avukat (Kenge) çağırır. Orada aynı zamanda kuzen de olan öksüz gençlerimiz Ada ve Richard ile tanışır, beraber başyargıcın yanına götürülürler. Başyargıç da onların hamileri olan John Jarndyce’ın yanında yaşamalarına karar vererek ana olay örgümüzü başlatan düdüğü çalmış olur. Ada ve Richard John’un akrabasıdır. John yıllarca okulda yetiştirdiği Esther’i Ada’nın bakıcısı gibi bir görevle himayesine alır. Üçlü Londra’da bir geceyi Jellyby’lerin evinde geçirdikten sonra ertesi gün, romana da adını veren, John Jarndyce’ın yaşadığı Bleak House isimli malikaneye giderler.

Bundan sonraki tüm gelişmeler boyunca Esther Ada’ya, Richard’a, Jellyby’lerin küçük oğulları Peepy’ye ama özellikle onun ablası Caddy’ye ve nihayetinde de Charlie (Charlotte)’ye anne olur. Anaç karakteri daha Reading’teyken, oradaki daha küçük kızlara bakarken ortaya çıkar. Kendi annesini tanımayan Esther, diğerlerinin dayanağı, hayatlarında eksik olan anne figürü haline gelir. Bunları yaparken asla yorulmaz, usanmaz, bıkmaz. Kendisinin bir anne arayışı da yoktur; buna dair kitapta en küçük bir işaret verilmez (elbette sevgi arayışı vardır ama bunun başka herhangi bir insanın hissedeceğinden daha fazla olduğu duygusunu hissetmeyiz). Hatta daha sonra annesini bulunca da, bir süre sonra onun yerde yatan ölüsünü görünce de, bunların kendisini çok heyecanlandırdığı ya da üzdüğü duygusunu asla yansıtmaz. Gerçek anne ile olan ilişkiye oldukça kayıtsızdır. Tanıdığı ya da tanımadığı başkalarının başına gelen en küçük talihsiz olaylarda dahi yoğun bir üzüntü duyan Esther’in, annesi karşısında bu kadar kayıtsız kalması, eğer Dickens onun bu duygusunu özellikle saklamayı amaçlamamışsa, karakterin yapısındaki en zayıf noktalardan biridir.

Fedakarlık, minnettarlık ve görev duyguları o kadar kuvvetlidir ki, aslında kendisine karşı kadınsı bir aşkı ve cinsel heyecanı hiç hissetmediği, o güne kadar da hayatında eksik olan bir baba figürü olarak baktığı John Jarndyce onunla evlenmek istediğini söyleyince bunu hiç düşünmeden kabul eder. İçinde bir şeyler, biz okurlara anlatmak istemediği bir şeylerin olduğu işaretini çok üstü kapalı biçimde verir ama asla açık etmez. Asıl aşkı olan Woodcourt kendisine açılınca da bunun olmayacağını söyleyerek reddeder. Tabi romanın sonunda her şey bir sonuca bağlanırken mutluluğu bu kadar hakeden bir karakter olarak yansıtıldığı için Woodcourt’la evlenme hayallerine kavuşur.

Hukuk sistemi ve adalet


Mahkeme salonunun ve art arda görülen davaların, avukatlar hariç tüm taraflarını büyük acılara ve yoksunluklara mahkum eden kasvetli tablosu romanın ana temasıdır. Tüm bir roman boyunca davalıların azar azar, maddi ve manevi olarak tüketilmesi, buna karşılık avukatların zenginleşmeleri ve duygusuzca, işlerini objektif bir şekilde yapıyor oldukları maskesi arkasına saklanarak her türlü sömürüyü yapıyor olmaları Dickens’ın en temel tezidir. Dickens’ın bu net duruşunu değerlendirirken bu konuda bilgisiz olmadığını, hukuk alanında bizzat çalışmış olduğunu ve ortamı iyi bildiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Tulkinghorn ve Vholes gibi karakterlerle bu tema sürekli canlı tutulacaktır. Hatta Vholes karakterinin tasviri bile karanlık bir şeytanı akla getirmektedir (Romanda iç ve dış güzellik hemen her zaman paraleldir).

Çocuklar, öksüzler


İkinci temamız acı çeken çocuklardır. Bunun metindeki en önemli örneği küçük öksüz Jo olsa da, bu tema farklı yerlerde ve biçimlerde sürekli olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, ikincil önemde bir tema olan hayırseverlik teması ile iki farklı ailede iki farklı tipte yoksunluk öne çıkmaktadır. Mrs. Jellyby ve Mrs. Pardiggle’ın (her ne kadar bu ikincisi detaylandırılmasa da) üzerinden tartışılan, dünyanın uzak köşelerine yardım için canla başla çırpınan, bu sırada da kendi evlerini ihmal eden kadınların çocuklarının maruz kaldığı yoksunluk.

Beş adet çocuğuna harçlık veren, fakat daha sonra yardım faaliyetleri için onlardan tüm bu harçlıkları geri alan, bunun da onların ödevi olduğunu öne süren Mrs. Pardiggle üzerinden kendi temel ihtiyaçları aileleri tarafından karşılanmayan çocukların maruz kaldığı yoksunluk tarif edilir. Dickens bu karakter ve çocukları üzerinde daha fazla durmadığından bu tarif derinleşmez. O zaten bu karakteri daha çok Esther’i Jenny’e götürmek için bir aracı olarak kullanır ve bir daha karşımıza çıkarmaz.

Çok daha detaylı işlenen Mrs. Jellyby karakteri ise Afrika’da bir yardım faaliyeti yürüten, ailenin tüm parasını da bu uğurda harcayan fakat evi ile hiç ilgilenmeyen, küçük çocuklarının bakımını üstlenmeyen ve artık genç bir kız olmuş Caddy’ye herhangi bir şey öğretememiş, hayata hazırlayamamış (aslında “hayat” derken iyi bir ev hanımı olmayı kastediyoruz), üstelik onu da kendi sekreteri gibi kullanmış bir kadındır. Hem, kocasının maddi durumu ve işleri de onu hiç mi hiç ilgilendirmez (zavallı adam roman boyunca çok tükenmiş ve yoksun resmedilmiştir, öyle ki, bitkinlik ve üzüntüden başını sürekli dayadığı duvarda iz bırakacak kadar eşya tabiatlıdır, yaşlı Turveydrop’a bile sessizce katlanır). Caddy’nin evlenmek istemesini bile anlayamaz, düğününe de hazırlanamaz. Bir annenin üstlenmesini bekleyeceğiniz tüm bu işleri Esther yürütür. Caddy’nin evlenmek istemesindeki ana neden de mutsuz olduğu anne evinden bir an önce ayrılmak istemesidir. Sonuç olarak evlendikten sonra babasıyla sık sık görüşse de annesiyle ilişkisi kopar. Burada ana motif sevgisizliktir. Bu ihtiyaç ise Esther tarafından cömertçe giderilecektir.

Annesi tarafından terkedilmiş Esther’in kendisi, Ada ve Richard, hepsi öksüzdür. Aile sevgisinden yoksun kalan bu kişilerin bu ihtiyaçları John Jarndyce ve Esther tarafından (Ada ve Richard için ayrıca birbirleri tarafından) doyurulur.

Öksüz motifinin bir örneği de romanın başlarında ortaya çıkan bir vergi tahsildarı olan ve ani bir şekilde ölen Coavinses’ın üç küçük çocuğudur. En küçükleri olan bebek ile küçük erkek çocuk evde kilitli halde beklerlerken yine bir çocuk olan ablaları Charlie temizlik işlerinde çalışarak onlara bakmaya çalışır. Büyük gibi davranmaya çalışır, fakat çocukluğu ile üstündeki yetişkin elbiselerinin oluşturduğu tezat üzerinden bu durumun içler acısı hali gözümüze sokulur. Charlie daha sonra Esther’in hizmetine girerek bir bakıma “kurtarılır”.

Fakat en başta söylediğimiz gibi, çocuk temasının kahramanı Jo’dur. Jo hayatını sokakları süpürerek kazanan bir öksüzdür. Elbette burada “hayat” kelimesinin karşılığı Yapayalnız Tom’da (Tom-All-Alone’s) başını sokacak bir yer bulabilmek, arada bir şeyler yiyebilmek ve arada eline geçen az miktarda paranın daha da az bir bölümünü gasp ettirmeden elinde tutmayı başarabilmektir. Kitaptaki olay örgüsüne de anahtar bir noktadan dahil olan Jo aynı yaşadığı cadde ve oradaki diğer insanlar gibi yapayalnızdır. Toplumun en altındadır ve sokak köpeği kadar değeri yoktur. O dönemin çocuk sömürüsünün bir örneği olan çocuk işçi atölyelerinde bile kendine yer bulamaz. En sonunda da çiçek hastalığından dramatik bir şekilde hayatını kaybeder.

Dedektif romanlarının ilk izi


Mr. Bucket kitaptaki en orijinal, fakat Dickens’ın karakteri konusunda çok kararsız kaldığını düşündüğüm, kişiliği ancak kitabın sonlarına doğru, o da kısmen oturan kişidir. Edebiyattaki ilk dedektif, ilk Sherlock Holmes öncülüdür, bu açıdan da okurken heyecan vericidir.

Ne var ki, Bucket henüz ardıllarının ahlaki niteliklerini taşımaz. Romanda ilk ortaya çıkışı Mr. Tulkinghorn’un onu Jo ile Lady Dedlock arasındaki ilişkiyi çözmesi için tutmasıyla olur. Bucket bu ilk görünüşünden itibaren sert ve kararlı bir kişilik sergiler. Fakat küçük bir çocuk olan Jo’ya karşı acımasızdır. Kitapta çok daha sonra ortaya çıktığı gibi, Skimpole’e rüşvet vererek onun kaldığı yeri öğrenmiş ve hasta olduğunu bildiği halde kaçırarak şehirden kovmuştur. Bunu yapmasının sebebi Tulkinghorn’un Jo’yu amaçları açısından tehlikeli bularak ortada dolaşmasını istememesindendir. Bu davranışı Jo’nun hastalığının sokaklarda dolaşması sebebiyle ilerlemesine ve nihayetinde çok zayıf düşerek ölmesine sebep olacaktır.

Burada Bucket bir avukatın yönlendirmesiyle ve herhangi bir ahlaki yargıya varmadan işini yapar. Bu kesinlikle daha sonraki dedektif romanlarında görülmez. Toplumsal sağduyu, ileride bu dedektifler için temel ahlak anlayışını oluşturacaktır.

Romanın sonuna doğru Tulkinghorn’un ölümü ve Lady Dedlock’un ortadan kaybolmasıyla Bucket daha fazla ön plana çıkar. Her iki olayda da aktif olarak rol alır ve bu davalarda gösterdiği kararlılık ve zeka ile sempatimizi kazanır. Fakat buna çok da aldanmamak gerekir, zira bu olayların soruşturulmasında Bucket’ı ahlaki seçim yapmaya zorlayacak herhangi bir gerilim yaşanmaz.

Ahlaksız bir beleşçi


Bu kitapta Harold Skimpole adında bir karakter var ki, tamamen kurgusal olsaydı Dickens’ın böyle bir karakteri yaratmaktaki amacı üstüne herhalde bir çok tartışma döner, edebi açıdan bir sürü spekülasyona tabi olurdu. Fakat Dickens’ın onun gerçek birinden alıntı olduğunu söylemesi ve onu arkadaş çevresinin kitabı okur okumaz tanıdıkları gibi, bu kişi dönemin şairlerinden Leigh Hunt‘tır.

Skimpole ilk başta klasik bir beleşçi portresi çizer. Tam bir çocuktur, her söyleminde bu vardır. Asla sorumluluk almaz, arkadaşlarından aldıkları borçla geçinir ve bunları asla geri ödemez. Bu aralar yolduğu kişiyse bizim Jarndyce’tır. Jarndyce da onu tanıtırken bu özelliklerini vurgular. Ona kızamazsınız, mazur görürsünüz, paradan anlamadığı iddialarını ciddiye alır, bunun gerçekten böyle olup olmayabileceğini sorgulamazsınız. Her ahlaki sorgulamayı ters yüz edişine de sempati duyarsınız.

Fakat zamanla işin rengi değişir. Romanda gerçek acılar çeken, büyük gibi davranan, sorumluluk altına giren ve ölen çocuklar varken Skimpole sahteliğiyle gittikçe sırıtmaya başlar. Paradan anladığı da bellidir. Bucket’tan rüşvet alışı, Richard’ın olası bir mirasa konması ihtimaliyle onu Vholes ile tanıştırıp bu olası mirası yeme planları yapması bunun kanıtıdır. Gittikçe iticileşmeye başlar ve başta Esther, ardından da Jarndyce tarafından gözden düşer.

Dickens bu karakteri gerçek hayattan alsa ve hicvetse de, romana dahil oluşu tamamen tesadüfi ve anlamsız değildir. Çocuk gibi davranmakla gerçek çocukların acı dolu durumu arasında keskin bir tezat yaratmak amacıyla onu kullanır. Ondan ne kadar nefret edersek çocukların içinde yaşadığı gerçeklikten o kadar acı duyarız.

Yanan şeytan


Mr. Krook karakteri olay örgüsünde oynadığı rol itibariyle önem taşımaktadır, fakat karakter açısından yeterince derin biçimde işlenmez. Kendi başına çok ilginç de değildir. Fakat ortadan kalkma şekliyle zamanında çok tartışma çıkardığı için anmaya değer.

Mrs. Flite ve Lady Dedlock’un aşığı Nemo’nun ev sahibi olan bu karakter ateş ve şeytanla özdeşleşmiştir. Kitapta eşyaları arasında sakladığı mektuplar ve bilmeden elinde tuttuğu bir vasiyetname ile hem Lady Dedlock gizeminin ortaya dökülmesinde, hem de JARNDYCE v. JARNDYCE davasının çözülmesinde (aslında bu belge kullanılamadan dava masraflar sebebiyle biter) kilit rol oynar. Fakat bunlarda oynadığı rol pasiftir.

Yüzü biçimsiz ve şeytani olan bu karakter sürekli cin içer ve kafası güzel gezer; içtiği bu içki yüzünden ağzından her daim ateş gibi bir soluk çıkar ve elbette (olmazsa olmaz) şeytani bir kedisi de vardır. Herhalde içindeki ateşten olacak, Krook kendi kendine yanarak ölür.

Bu kendi kendine yanma meselesi zamanında İngiltere’de çok tartışma koparmış. Böyle saçma ve metafizik bir olayın bu kitapta ne işi olduğu da sorgulanmış. Edebi açıdan da bunun ne anlama gelebileceği de deşilmiş, fakat bu çabalar boşuna çıkmış. Dickens, dindar ve ruhsal alemde olan bitene inanan biri olarak, ve ayrıca gazetecilik yaptığı dönemde araştırmaya gittiği böyle bir kaç kendi kendine yanma vakasının etkisinde kalarak bu olayı kitaba dahil etmiş. Eleştirenlere de sertçe çıkışmış. Bu olaydan başka bir anlam çıkarmaya kalkan olursa diye buraya bunu not düşmüş olayım.

Endüstri devrimi


Yazının başında Sir Dedlock ile emektar kahyalarının oğlu Mr. Rouncewell arasında bir sınıf çatışması olduğundan bahsetmiştik. Bu konuyu biraz daha açmaya değer.

Sir Dedlock eski moda bir adamdır, toprak sahibidir, Lordlar Kamarası’nda yeri vardır ve aristokrat değerlere bağlıdır. Genç Rouncewell’den ise daha kitabın başlarında, annesinin isteğiyle Chesney Wold’da kalıp Sir Dedlock’un yardımcısı olmak yerine demir endüstrisine girmeyi tercih etmesi sebebiyle annesi tarafından üzüntüyle bahsedilir. Oysa Chesney Wold’da ne güzel ve hazır bir yeri vardır(!) O bunu tercih etmemiş, bir demir ustası olmayı tercih etmiştir.

Şimdi buradaki “demir ustası” ifadesi biraz yanıltıcıdır. Zira, kitabın orijinalinde bu terim ironmaster olarak geçer. Her ne kadar birebir çevirisi “demir ustası” olsa da, bu ifade bildiğimiz anlamda küçük bir dükkanı olan bir demirciyi ifade etmek yerine İngiltere’de o dönemin demir sanayicisini kasteder. Zaten birinci endüstri devrimi de (bugün popüler olan adıyla “Endüstri 1.0”) buhar gücü ve demir sanayisi ile ilgilidir.

Rouncewell de bir demir sanayicisi olarak varlıklıdır. Burjuva sınıfının bir temsilcisidir ve bu sebeple soylu sınıfla da gerilim içindedir. Dedlock gibi soylular toplum içinde bu tür adamların kendileriyle aynı statüye yükselmeye başlamalarından hiç hoşlanmazlar. Bu ikisi arasındaki ilk gerilim Rouncewell’in oğlu Watt’ın Dedlock’ların hizmetçisi güzel Rosa’ya aşık olmasıyla başlar. (Burada Rouncewell’in oğluna Watt ismini koyması elbette tesadüfi değildir; endüstri devriminin öncülerinden James Watt‘a hürmetinin bir ifadesidir.) Rouncewell Rosa’nın o evde hizmetçi olarak kalması sebebiyle iyi bir eğitim alamayacağını düşünerek Dedlock’lar ile kızı serbest bırakmaları konusunu konuşmak üzere evlerine gider.

Bu görüşünü kararlı ve kestirme biçimde, biraz da sıradan insanların soylular ile konuşurlarken onların karşısında takındıkları ve o zaman kadar bir norm olan mahcup tavra başvurmadan ifade edince Dedlock küplere biner. Kızın eğitimini elbette çok iyi bir şekilde üstleneceklerini söyleyip Rouncewell’i oradan gönderse de, gittikten sonra onun takınmış olduğu bu alışılmadık tavır karşısında hem şaşırır, hem de son derece sinirlenir. Rouncewell’in bu davranış şekli soylulara karşı takınılan tavırda bundan böyle yaşanacak değişmenin sembolüdür (unutmayın ki Dickens bunları 1852’de yazıyor; yani bu davranışın artık daha yaygın olduğu bir dönemde).

İkilinin ikinci çatışması da parlamento seçimleri zamanı gelince yaşanır. Soylu bir aileden gelmeyen, kendi kahyasının oğlu olan Rouncewell seçimlerde Dedlock’ın karşısına adaylığını koyar! Bu da toplumda yaşanan hızlı değişimin bir sembolüdür. Burjuva sınıfı artık geleneksel olarak soyluların elindeki üst yönetimde söz sahibi olmaya başlamışlardır. Endüstri devriminin yaşattığı hızlı toplumsal dönüşüm soylulara buna alışacak zamanı bırakmamıştır.

Dickens’ın endüstri devrimi ve onun yarattığı sosyal değişime dikkat çekmek için romanda başvurduğu yol küçük kardeş George’u abisi Rouncewell’in yanına göndermek olmuştur. George’un gözünden dumanlı bacaların, paslı demirlerin, pis havanın, demir tozlarının ve fırınların yer aldığı “kuzey”in , “güney”deki kırsal alana tezat durumunu görürüz. Abi Rouncewell kırsal bölgede, güzel ve büyük bir evde, soylularla yan yana yaşamaktadır. Bu artık toprak soylusu ile yeni girişimcinin iç içe girdiğinin bir başka göstergesidir.

Üslup


Bitmek bilmeyen virgüllerle birbirine bağlanan bölümleriyle ve birbirinin içine gire çıka bir süre sonra artık hangi virgülün hangi alt cümleleri birbirine bağladığının izini kolayca kaybedebileceğiniz cümlelerden örülü karmaşık tasvirlerle örülü bu roman, sebat eder de ilk üçte birlik bölümüne kadar gelmeyi başarabilirseniz, hem sizi kendi diline çoktan alıştırmış olur, hem de artık devam edip bitirmek için sizi kendi girdabının içine çeker.

Dickens’ın oldukça detaylı ve betimlemeli üslubu alışmayanlar için zorlayıcı olsa da, imgelem açısından son derece zengin ve şiirseldir. Cümleleri çok kolay bir biçimde alt alta koyup şiire çevirebilirsiniz. Romanın daha ikinci paragrafındaki şu örneğe bakalım:
"Fog everywhere. Fog up the river, where it flows among green aits and meadows; fog down the river, where it rolls defiled among the tiers of shipping and the waterside pollutions of a great (and dirty) city. Fog on the Essex marshes, fog on the Kentish heights. Fog creeping into the cabooses of collier-brigs; fog lying out on the yards and hovering in the rigging of great ships; fog drooping on the gunwales of barges and small boats. Fog in the eyes and throats of ancient Greenwich pensioners, wheezing by the firesides of their wards; fog in the stem and bowl of the afternoon pipe of the wrathful skipper, down in his close cabin; fog cruelly pinching the toes and fingers of his shivering little ‘prentice boy on deck. Chance people on the bridges peeping over the parapets into a nether sky of fog, with fog all round them, as if they were up in a balloon and hanging in the misty clouds."
“Fog” sözcüğü etrafında öyle güzel ve kasvetli bir şehir tasviri yapıyor ki, şu kelimelerin yarısı için sözlüğe bakmak zorunda kalsanız da yoğunluğu ve sanatsal güzelliği karşısında hayranlık duyuyorsunuz. Gerçek şiirsel dil büyüleyicidir; bambaşka bir dilde olsa ve tam olarak anlayamasanız bile, yapısındaki ahenk sizi kendine çeker. Romanda bu paragrafa benzer daha bir çok örnek vardır; bunların hepsini keşfetmek ve ayrı bir yere not almak son derece keyiflidir.

Dickens’ın oynadığı bir başka sanatsal oyun, anlatıcının anlatıyı ara ara yarıda kesip bazen seyirciye, bazen kitaptaki karakterlerden birine, hatta bazen de kendine dönerek seslenmesidir. Romanda basit diyaloglarla ilerleyen doğrudan bir üslup ile ağır bir sesleniş üslubu arka arkaya birbirini izler. Örneğin, Jo öldüğünde anlatıcının şu seslenişine bakalım:
"Dead, your Majesty. Dead, my lords and gentlemen. Dead, right reverends and wrong reverends of every order. Dead, men and women, born with heavenly compassion in your hearts. And dying thus around us every day."
Bu sesleniş okuyucuyadır. Hatta anlatıcı burada özel olarak her gün etrafında böyle çocukların acı çektiği ve öldüğü o dönemin İngiliz okuruna seslenmiştir. Benzer şekilde, Krook’un kendi kendine yanmasının arkasından gelen şu seslenişe bakalım; burada da anlatıcı kendisiyle konuşmaktadır:
"Help, help, help! Come into this house for heaven’s sake! Plenty will come in, but none can help. The Lord Chancellor of that court, true to his title in his last act, has died the death of all lord chancellors in all courts and of all authorities in all places under all names soever, where false pretences are made, and where injustice is done. Call the death by any name your Highness will, attribute it to whom you will, or say it might have been prevented how you will, it is the same death eternally—inborn, inbred, engendered in the corrupted humours of the vicious body itself, and that only—spontaneous combustion, and none other of all the deaths that can be died."
Dickens’ta doğrudan anlatım yerine sembolleri kullanarak etrafından dolanma çok yaygındır. Bu romanda da bunun en güzel örneklerinden biri Tulkinghorn’un yerde yatan cesedinin tasvirine yaklaşarak en sonunda ölmüş olduğu gerçeğinin verilmesidir. Bu sahnede sanki bir kamera tavandan parmağını uzatmış Roma heykelinden yavaş yavaş üzerinde şarap şişesi ve kadehi olan masaya, oradan da odanın zemininde yüzüstü yatan Tulkinghorn’a doğru, her bir aşamayı ayrı ayrı tasvir ederek, çağrışımlara dalarak ve okurun hayal gücünü odanın içinde ve dışında gezdirerek döner. Kalbinden vurulmuş olduğu gerçeğini ancak o zaman öğreniriz. Dickens 20. yüzyılda yaşasaydı gönlünü sinema sanatına vereceğine bahse girebilirim:
For many years the persistent Roman has been pointing, with no particular meaning, from that ceiling. It is not likely that he has any new meaning in him to-night. Once pointing, always pointing—like any Roman, or even Briton, with a single idea. There he is, no doubt, in his impossible attitude, pointing, unavailingly, all night long. Moonlight, darkness, dawn, sunrise, day. There he is still, eagerly pointing, and no one minds him. 
But a little after the coming of the day come people to clean the rooms. And either the Roman has some new meaning in him, not expressed before, or the foremost of them goes wild, for looking up at his outstretched hand and looking down at what is below it, that person shrieks and flies. The others, looking in as the first one looked, shriek and fly too, and there is an alarm in the street. 
What does it mean? No light is admitted into the darkened chamber, and people unaccustomed to it enter, and treading softly but heavily, carry a weight into the bedroom and lay it down. There is whispering and wondering all day, strict search of every corner, careful tracing of steps, and careful noting of the disposition of every article of furniture. All eyes look up at the Roman, and all voices murmur, “If he could only tell what he saw!” 
He is pointing at a table with a bottle (nearly full of wine) and a glass upon it and two candles that were blown out suddenly soon after being lighted. He is pointing at an empty chair and at a stain upon the ground before it that might be almost covered with a hand. These objects lie directly within his range. An excited imagination might suppose that there was something in them so terrific as to drive the rest of the composition, not only the attendant big-legged boys, but the clouds and flowers and pillars too—in short, the very body and soul of Allegory, and all the brains it has—stark mad. It happens surely that every one who comes into the darkened room and looks at these things looks up at the Roman and that he is invested in all eyes with mystery and awe, as if he were a paralysed dumb witness. 
So it shall happen surely, through many years to come, that ghostly stories shall be told of the stain upon the floor, so easy to be covered, so hard to be got out, and that the Roman, pointing from the ceiling shall point, so long as dust and damp and spiders spare him, with far greater significance than he ever had in Mr. Tulkinghorn’s time, and with a deadly meaning. For Mr. Tulkinghorn’s time is over for evermore, and the Roman pointed at the murderous hand uplifted against his life, and pointed helplessly at him, from night to morning, lying face downward on the floor, shot through the heart.
Charles Dickens romanın içerdiği fazla sayıda karakteri ve temayı 900 sayfa boyunca sağlam bir gizem olay örgüsü etrafında, birbirlerinin ayaklarına basmadan uyum içinde tutar. Bu sağlam kurgusunda aralara da işte böyle sanatsal anları ustaca yerleştirmiştir. Düşünün ki, 20 aylık yayın süresi boyunca aylar önce yayınlanmış bölümlerdeki detay bir sahne romanın sonlarına doğru birden anlam kazanır. Bu da bize Dickens’ın olay örgüsünü daha en baştan netleştirmiş olduğunu gösterir.

Her ne kadar onun en popüler ve duygusal (evet, acı çeken çocuklar teması Dickens’ın favorisidir) romanı olarak kabul edilmese ve çoğunluk okur tarafından okunamasa da, üzerine eğilip detaylarının tadına varılacak, zavallı çocuklarına üzülünecek, söz oyunlarına gülünecek ve kurgusal başarısına hayran bıraktıracak bir eserdir.

“Edebiyat Dersleri” Listesi

Edebiyat Dersleri - Vladimir Nabokov
Bir önceki yazımda 2020 yılı içinde okumayı hedeflediğim kitaplar için bir kategorik liste paylaşmış ve her bir kategoriden en az bir adet kitap okuyacağımı belirtmiştim. Bu liste yeterince zengin olsa da yıl içindeki okuma hedefimin tümünü kapsamıyor.

Halihazırda okuduğum Charles Dickens’ın Bleak House isimli romanı var. Bu kitabı okumaya beni yönlendiren ise bir başka kitap: Vladimir Nabokov’un Edebiyat Dersleri isimli eseri. Kitap Nabokov’un Cornell’de verdiği edebiyat derslerinde işlediği romanlardan derlenmiş bir eser. Bleak House bu kitapta analiz edilen ikinci roman. İlk analiz edilen roman da Jane Austen’in Mansfield Park adlı yapıtı. O kitabı daha önce okumuştum ve şimdi de ikinci roman olan Bleak House‘dan devam ediyorum. Bu seneki hedeflerinden biri de Edebiyat Dersleri‘nde işlenen tüm romanları ve Nabokov’un yapıtının kendisini bitirmek. Bu sebeple bu senenin ikinci listesi olarak aşağıdaki listeye bakmanızı tavsiye ederim:

  1. Mansfield Parkı (Mansfield Park) – Jane Austen
  2. Kasvetli Ev (Bleak House) – Charles Dickens
  3. Madam Bovary – Gustave Flaubert
  4. Tuhaf Bir Vaka: Doktor Jekyll ve Bay Hyde (Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde) – Robert Louis Stevenson
  5. Swann’ların Tarafı (Du Cote de Chez Swann) – Marcel Proust
  6. Değişim (Dir Verwandlung) – Franz Kafka
  7. Ulysses – James Joyce

Bu listenin bir kılavuz olma açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Nabokov bir edebi eseri her zaman yapısı ve üslubuyla ele almaya özen göstermiş, her zaman eserdeki büyüyü aramıştır. Ona göre büyük romanlar büyük peri masallarıydı; bu listedeki masallar da belki peri masallarının en güzelleridir.

Nabokov bir kitabı okurken ister istemez kalbimiz ve zihnimizin devreye gireceğini söyler. Fakat ona göre romanın okunmasındaki temel araç belkemiğimiz olmalıdır:

"Zihnimizle okuyor olmamıza rağmen, sanat zevkinin yeri, iki kürek kemiğinin arasıdır. O küçük titreme kesinlikle, saf sanat ve saf bilimi geliştirdiğinde insanlığın elde ettiği en yüksek duygu biçimidir. Belkemiğine ve onun ürpermesine tapalım."

Yine Nabokov bir yazarın farklı bakış açılarıyla değerlendirilebileceğini, fakat ondaki en önemli yönün sanatçılık olduğunu söyler:

"Bir yazar, üç bakış açısından ele alınabilir: Bir hikaye anlatıcısı olarak, bir öğretmen olarak, ya da bir büyücü olarak düşünülebilir. Büyük bir yazar bu üçünü –hikaye anlatıcısı, öğretmen, büyücü– kaynaştırır ama üstün gelen ve onu büyük bir yazar yapan ondaki büyücüdür."

Bu listedeki eserler Nabokov’a göre sanatsal büyücülüğün ve o belkemiğinde hissedilen sanat zevkinin en ön plana çıktığı, en baştan büyülü dünyaların kaos içinden çıkarılarak yaratıldığı yapıtlardır. Onun tavsiye ettiği gibi, ilkel bir hayalgücü ile değil, “kişisel olmayan hayalgücü” ve “sanatsal keyif” araçlarıyla okunması, yazarlarının zihinleri ile sanatsal açıdan ahenkli bir denge kurulması ve kişisel olana kapılıp gitmemek için sıklıkla “uzak durarak” tadına varılması gereken romanlardır.

Evet, “Fanny Price’ın gözlerinin ve küçük soğuk odasının döşemesinin rengi önemli”dir.

Bir kitabı yorumlamak

Ne kadar da nafile, ne yaparsanız yapın asla yazarının kafasındaki gerçek anlamlarla uyuşamayacak bir iş…

Kitabını yazarken neler düşünüyor olabileceğinden asla emin olmadığımız yazar kim bilir ne göndermeler, ne tuzaklar, ne ince dokundurmalar bırakmıştır eserinin kıyı ve köşelerine. Bunları tam olarak bilemeyeceğimiz için bir eserin ne anlattığını gerçekten anladığımızı nasıl olur da iddia edebilir ve bir de cüretkarca başkalarına sunabiliriz! Bir kitap bilmediğimiz anlamlardan örülü bir ormandır.

Ne var ki, biz ‘okur’uz. Okumanın anlamının sayfada basılı ya da ekrandan yansıyan metni zihnimizde, bilinçaltımızda sakladıklarımız ve geçmişimizden getirdiklerimiz ile dönüştürerek yorumlama işi olduğuna katılıyorsak, elde ettiğimiz her yeni bilgide, her yeni deneyimimizde ve her bir yeni yaşımızı alıp olgunlaştığımızda bu metni farklı farklı yorumlayabileceğimizin de hakkını vermeli ve bu konuda alçak gönüllülükten farklı bir tutuma sarılmamalıyız.

Sayfanın üstündeki sözcükler aynı kalsa da zihnimizdeki yansımaları sürekli değişecek, ve hemen her zaman, şaşmaz biçimde başkasınınkinden farklı olacak. Zira, bir kitap bir kez yayımlandıktan ve artık okura ait olduktan sonra, sonsuz kere çoğalır ve her okura ayrı ayrı ait olur.

Benim yapacağım da, bana ait olanı göstermeye çalışmak olacaktır, kitabın sizdeki halini değil ama bendeki varlığını anlatmaya çalışmak…

2020 okuma fikirleri


Daha önce bir okuma listesi yapmak hiç aklıma gelmemişti. Elbette kitap isimlerine göre kayıtlı bir listem var, yıllar içinde okumak isteyip de okumaya bir türlü fırsat bulamadığım kitapları içeren,  bilinçli olarak oluşturmadığım fakat kendiliğinden ortaya çıkıp büyüyen bir liste. Fakat tür, tema, dönem gibi ortaya karışık bir kategori listem hiç olmamıştı. Böyle bir listeyle ilk defa bu yıl içinde okuduğum bir blog yazısında karşılaştım ve çok hoşuma gitti.

Okudukları içinde kaybolan ve referanslarla kitaptan kitaba seken bir okur, yeterince dikkat etmezse, okuma evreninin bir köşesinde sıkışıp kalabilir ve okumanın sağlayacağı potansiyel zenginleşmeden yeterince yararlanamayabilir. Böyle bir listenin okura bu açıdan temel bir kontrol sağlayarak okuma deneyimini zenginleştireceğini, hatta bugüne kadar yaklaşmaya korktuğu kitapların güzelliğini keşfedebileceğini ve böylece tüm bu süreç içinde daha donanımlı ve daha açık fikirli bir okur olarak gelişeceğini düşünüyorum.

Ben de böylece, hazır sene sonu gelmişken, 2020 yılı için aşağıdaki 25 kategorilik listeyi oluşturdum. Listeye göz attığınızda roman ağırlıklı olduğunu göreceksiniz, zira en çok bu türde okumaktan hoşlanıyorum. Roman dışında özellikle tarih kitaplarına ilgim var, fakat o türde çok okuduğumdan listede buna ağırlık vermedim. Daha ziyade okumakta eksik kaldığımı düşündüğüm alanları listeye ekledim.

Bu listenin anlamı şu: 2020 yılı içinde aşağıdaki her bir kategoriye ait en az bir adet kitap okuyacağım. Bunun dışında okuyacağım kitaplar için ise herhangi bir kural olmayacak. Siz de bu listeyi kullanabilir veya bu listeden ilham alıp kendi listenizi oluşturabilirsiniz. İyi okumalar!


  1. Cumhuriyet öncesi Türk klasiklerinden bir roman
  2. Cumhuriyet sonrası Türk klasiklerinden bir roman
  3. Türk modernizminden bir roman
  4. Çağdaş bir Türk romanı
  5. Rus klasiklerinden bir roman
  6. Fransız klasiklerinden bir roman
  7. İngiliz klasiklerinden bir roman
  8. Modern klasiklerden bir roman
  9. Bir polisiye roman
  10. Bir tarihi kurgu romanı
  11. Bir bilimkurgu romanı
  12. Gotik klasiklerden bir roman
  13. Çağdaş bir yabancı roman
  14. Bir Shakespeare oyunu
  15. Kitaplar ve “okumak” üzerine bir kitap
  16. Yazmak üzerine bir kitap
  17. Bir biyografi
  18. Bir araştırmacı/gazeteci tarafından yazılmış ve kurgu olmayan bir kitap
  19. Dini ve/veya kültürel olarak azınlıklara mensup biri tarafından özellikle “azınlık olma” durumu üzerine yazılmış bir kitap
  20. Osmanlı tarihi üzerine bir kitap
  21. Antik Yunan dönemine ait bir eser (felsefe, şiir, oyun türlerinden birinde olabilir)
  22. Varoluşçu bir yazara ait herhangi bir eser
  23. Tek bir yazara ait öykü kitabı
  24. Bir öykü seçkisi
  25. Bir anı kitabı

Kasvetli Ev (Bleak House) – Charles Dickens

Bleak House - Charles Dickens Kasvetli Ev ilk bölümde Kasım ayı Londra’sının koyu mu koyu, kapalı mı kapalı, çamurlu mu çamurlu, ama bi...